Öğle arasıydı…Öğrencilerimi yemek için evlerine göndermiş, iki buçuk yaşındaki kızımı 
kucağıma alarak arabamıza koşmuştum.1976 model,yeşil renkli, dürbün göğüslü Renault marka arabamı alalı henüz birkaç gün olmuştu. Sağından solundan çarpmalar sonucu epey hasar görmüş,epey boyası yenilenmiş, alaca belece bir arabaydı. Olsun…İlk arabamdı o benim. İlk göz ağrım,ilk hevesim,maaşımdan biriktirerek edindiğim ilk menkul değerim,ayaklarımı yerden kesecek, uzakları yakın edecek ilk yol arkadaşımdı.
 Bindik kızımla beraber. Direksiyonunu çevirdik, kornasına bastık, vites koluyla oynadık,torpido 
gözünü açtık,çalıştırdık, stop ettik…Derken başka bir araba göründü bahçe kapısının önünde. Tekrar kızımı kucağıma alıp gittim yanlarına. Bahçe kapısını açtım, girdiler içeri.Üç kişiydiler. Kravatlı ve takım elbiseliydi üçü de. Arabadan indiler, ellerinde birer ‘müfettiş çantası’ ile yaklaştılar yanıma. 
“Hoş geldiniz” dedim. Hoş gelmemişlerdi .
“Öğrenciler nerede?” dedi içlerinden “milliyetçi muhafazakar” olanı.
“Yemekteler” dedim.
“Yoksa öğleden sonrayı tatil mi ettin!” dedi.
“Zilin çalmasına daha yirmi beş dakika var, gelirler.” dedim.
Okula doğru yöneldiler üçü birden. Sınıfında bir gün sonrasının planlaması ile meşgul olan eşim de 
sesleri duymuş, kapıya çıkmıştı.
“Bu kıyafetle mi öğretmenlik yapıyorsun?” diye çıkıştı “milliyetçi muhafazakar” olan müfettiş.
“Hoş geldiniz.” diye karşılık verdi eşim, hoş gelmediklerini bile bile.
Cumhuriyetin temel ilkelerinden,yasalardan, yönetmeliklerden baş örtüsü ile öğretmenlik yapmanın 
“suç” olduğuna dair maddeler sıraladılar peş peşe. Eşim, Allah’ın kanunlarının her türlü “kul yapımı” 
kanunun üstünde olduğunu anlatıyordu ki,
“Uzatmaya gerek yok!” diye kestirip attı milliyetçi muhafazakar müfettiş;
“Başını açacak mısın açmayacak mısın?”
Yaklaştım yanlarına; gözlerimi gözlerine diktim;
“Açmayacak!” dedim.
Geçtiler içeri.Tutanak tuttular; kanunlara, yönetmeliklere atıflarda bulunarak.
 Oysa iki yıl öncesinde, herkes il veya ilçe merkezlerinde çalışabilmek için “torpil” peşinde 
koşarken biz, Milli Eğitim Müdürlüğüne kadar gitmiş, “Kimsenin gitmek istemediği en ücra köy neresi ise bizi oraya verin.” diye ricada bulunmuştuk. Okulun küçücük lojmanında çekirdek ailemiz, öğrencilerimiz ve köy halkıyla küçük ama mutlu bir dünya kurmuştuk kendimize. İnancımıza, 
ibadetimize oralarda karışan olmaz diye ummuştuk.
 Perşembenin gelişi çarşambadan belliydi aslında. 12 Eylül 1980 sonrası Kenan Evren ve 
avanesi ülkücüler ve aşırı sol gruplar üzerinde “insan” olanın yapmayacağı işkence metotlarını 
uygulamışlar, ayakta kalanları cezaevlerine doldurmuşlardı. Böylece yetmiş sekiz kuşağının gençliği hapislerde çürürken onlar, ideolojik düşünce ve aksiyonerlikten uzak bencil, hedonist, concon bir 
gençlik inşasına giriştiler. Adına da “Transformasyon Kuşağı” dediler. Fakat tutmadı, tutturamadılar.
 Cezaevinden çıkar çıkmaz “On iki Eylül öncesinin kavgası bir daha geri gelmesin, fakat o günlerin fedakarlığı, samimiyeti, idealizmi başımızın tacıdır.” diyerek ilk tepkiyi Muhsin Yazıcıoğlu verdi. Sonra yasaklar kalktıkça partiler, vakıflar, dernekler tek tek yeniden açılmaya ve serpilmeye başladı. Ülkücü Hareket ve Milli Görüş hareketine mensup tabana hitap eden onlarca gazete ve dergi 
yayın hayatına girdi. Tabulaştırılmış bir çok konuyu inceleyen, irdeleyen, sorgulayan kitaplar 
yazıldı.Milliyetçilik ve Müslümanlık referanslı partiler bu ortamda hızla sempati alanlarını 
genişlettiler.
 12 Eylül İhtilali sonrasını planlayanlar tarafından ihdas edilen %10 barajı 1991 seçimlerinde üç “milli” partinin (RP,MÇP,IDP) güçlerini birleştirmeleriyle aşılmış, dava partileri ihtilal sonrası ilk kez 
Mecliste temsil imkanı yakalamışlardı. Sonrasında çok sesli, çok renkli bir Meclis ortaya çıktı. 
Darbenin getirdiği yasaklar,Batı’ya bağımlı dış politika,Atatürkçülük maskesi altında uygulanan İslam 
düşmanlığı, hiçbir külfet karesinde fotoğrafı dahi bulunmayan kan emici elitler…Artık hepsi bizzat milletin vekilleri tarafından sorgulanıyordu.Militarist, laikçi elitlerin durduğu yerden bakınca gidişat 
hiç de iç açıcı değildi doğrusu.
 1993 yılına gelindiğinde “Neler oluyor” dedirten “organize” ve acı olaylar yaşandı peş peşe. 
Uğur Mumcu suikastı ile, Eşref Bitlis ve Adnan Kahveci kazaları(!) ile, Madımak yangını ile, 
Başbağlar katliamı ile, şiddetini artıran PKK saldırıları ile adeta toplumdaki farklı kesimlerin sinir uçları harekete geçirildi. Anarşi ve kaostan beslenen darbe heveslileri 28 Şubat’a giden yolun taşlarını birer birer döşemeye girişmişlerdi.
 1995 yılı sonunda yapılan genel seçimlerde Refah Partisi en yüksek oyu alarak en fazla 
milletvekili çıkaran parti olmuş, Büyük Birlik Partisi ise ANAP ile ittifak yaparak girdiği seçimden 
sekiz milletvekili ile çıkmıştı. Muhsin başkan ve arkadaşları seçim sonrası vefa gereği Anavatan Partisinden hemen istifa etmediler. Muhsin Başkan, ülkenin RP- ANAP koalisyonu tarafından yönetilmesini arzuluyordu. Bu arzusunu dönemin ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’a ifade 
ettiğinde Mesut Yılmaz; “Askerler istemiyor.” diyecekti. Muhsin Başkan’ın; “Askerin yeri kışlasıdır. Sen hükümeti kur, sonra da seçilmişlerin işine burnunu sokan hangi asker ise onu görevden al!” 
demesine rağmen korkularını yenemedi Mesut Yılmaz. 
 7 Temmuz 1997 tarihinde Refah Partisi ve Doğru yol Partisi koalisyonu güvenoyu için 
Meclis’in huzurundaydı.Kürsüye çıkan Muhsin Başkan “Size ‘Müslümanların iktidarını engellediler’ dedirtmeyeceğiz.” diyerek kurulan hükümete desteğini açıklarken Necmettin Erbakan tarafından ayakta alkışlanıyordu.Büyük Birlik Partisinin sekiz milletvekilinin oyu olmaksızın hükümet 
kurulamıyor olmasına rağmen o, hiçbir karşılık istemeden her türlü tehdit ve şantaja delikanlıca karşı koymuş ve milli iradenin yanında yer almıştı. 
28 Şubat sürecinin üç önemli kesitinde yiğitçe duruşuyla bir yandan cuntacıların tekerine çomak sokarken bir yandan da yarınların Türkiye’sine üç büyük “Kahramanlık Destanı” armağan etti Muhsin Başkan.
1-Bir gün Meclis’teki odasının kapısı tıklatıldı Muhsin Başkan’ın. Gelen bir milletvekiliydi. Kısa bir hoşbeşten sonra ağzındaki baklayı çıkardı:
 “Muhsin bey, herkes sizi çok seviyor ancak bazı çevreler hükümete verdiğiniz destekten rahatsızlar.” 
Muhsin Başkan:“Eğer bizim sekiz oyumuz bu hükümetin kurulmasına yetiyorsa biz de gider o sekiz oyu milli 
iradeden yana kullanırız.” dedi. Muhatabı ısrarcıydı.Mutlaka ikna etmesi konusunda uyarılarak gönderilmiş olmalıydı. “Muhsin bey” dedi. “Bu adamlar sıradan insanlar değil, iki kilometreden 
adamı alnının ortasından vuracak silahları var.”…Haddi aşmıştı. Ayağa kalktı Muhsin 
Başkan.Muhatabının yakasından tuttu. “Benim adım Muhsin Yazıcıoğlu.Bana baskı sökmez.Git, o seni buraya gönderenlere söyle,ben adamın iki metre yakınına kadar giderim, kafasına sıkarım!”…
2-30 Ocak 1997’de RP’li Sincan Belediyesi “Kudüs Gecesi” tertiplemiş, bu geceye İran’ın ve bazı İslam ülkelerinin büyükelçileri de katılmıştı.3 Şubat günü Devlet Güvenlik Mahkemesi konu ile ilgili soruşturma başlattı.4 Şubat günü ise 20 tank ve 15 zırhlı araç Sincan caddelerinde yürütülerek seçilmiş 
hükümete gözdağı verilmek istenmişti. Dönemin kudretli generali Çevik Bir, “Demokrasiye balans ayarı yaptık” derken tarihe mal olan açıklama yine Meclis’in en delikanlı milletvekili Muhsin Yazıcıoğlu’ndan geldi: “Namlusunu millete çevirmiş tanka selam durmam!”
 Milletin tanklarının namlusunu milletin değerlerine çevirmekten çekinmeyen güçler milli iradeyi susturmaya kararlıydılar.28 Şubat 1997’de dokuz saat süren Milli Güvenlik Kurulu toplantısı sonunda yirmi maddelik bir bildiri yayınlandı ve uygulanması için hükümete iletildi.Laiklik ve irtica vurgusunun hakim olduğu bildiri ile aslında Refah Partisine alenen ve cebren “İddialarının tamamından vazgeçmez ve sana oy veren dindar halkın değerlerine savaş açmazsan biz de senin 
hükümet etmene izin vermeyiz.” deniliyordu. Muhsin Başkan “İmzalamayın” dediği halde hükümet mensupları gerekli dik duruşu sergileyemedi.
3-Muhsin Başkan Refahyol hükümetinin muktedir iktidarına izin verilmeyeceğine kanaat getirmiş, ordu içindeki bir grubun Türkiye’yi Suriye’deki baas rejimine benzer bir diktatörlüğe mahkum etmek 
istediklerine dair duyumlar almıştı.12 Haziran 1997 günü Başbakanlık binası önünde gazetecilere şu 
açıklamayı yaptı: “Türkiye İran olmayacaktır, Türkiye Cezayir olmayacaktır.Fakat Türkiye’nin Suriye olmasına da biz müsaade etmeyeceğiz.”
 28 Şubat Postmodern Darbesini hayata geçiren bir avuç cuntacı “brifingci yargıçlar”dan, iki yüzlü politikacılardan, her devirde suyun üstünde kalmayı başaran “Beyaz Türkler”den ve şakşakçı 
medyadan aldıkları güçle sürecin bin yıl süreceği vehmine kapılmışlardı.Tankların namlusunu doğrudan Büyük Türk milletinin bu topraklardaki varlık sebebi olan bin yıllık değerlerine doğrulttular. 
İmam Hatiplere, Kur’an kurslarına uzandı namlulardan çıkan mermiler. Üniversitelerdeki, kamu kurum ve kuruluşlarındaki bacıların, “vatana kurban olsun diye” ellerini kınalayarak evladını askere uğurlayan anaların baş örtüsüne uzandı. Ve, memleketin ücra bir dağ köyünde öğretmenlik yapmaya 
çalışmaktan başka bir hesabı olmayan eşimin başındaki örtüye bile uzandı postmodern darbenin tanklarının namlusu…
 Şehit Muhsin Yazıcıoğlu’nun delikanlı duruşu belki zulümlere engel olmaya yetmedi. Fakat 15 
Temmuz 2016 gecesi yine böyle bir meş’um darbe girişiminde sokaklara dökülen milyonlarca insanın 
dilinden karanlığı yırtarak geceyi aydınlatan bir cümle yankılanıyordu: “Namlusunu milletine çevirmiş tanka selam durmam!”...