25 Mart 2009'un sonrası...

Bir seçim arifesiydi.

Kara haber yayılmıştı bütün Anadolu'ya.

Lüzumlu lüzumsuz herkes bir şeyler söylüyor, fakat asıl konuşması gerekenlerden kafalardaki soru işaretlerini giderecek bir açıklama gelmiyordu bir türlü.

O gün, biz alperenler,

İçimizde biriken isyanı kime boşaltsak,

Dilimizin ucunda düğümlenen küfürleri kime boca etsek,

Ağzımızın içinde dönüp duran tükürüğü kimin suratına savursak bilemedik...

Ve şimdi,

Karanlık odalarda seçim stratejilerinin kurgulandığı bir vasatta, Ülkü Ocakları'nın en tepesinde görev yapmış birisi kahpece vuruluyor, herkes konuşuyor, asıl konuşması gerekenler susuyor...

Ülkücüler, kime kızacaklarını bilmeksizin gözlerini yukarılara dikmiş, bir açıklama bekliyorlar.

İnsanca bir tavır,

Bir vefa,

Bir rahmet dileği...

Yok, yok yok...

Ve yine boşluğa savruluyor en galiz küfürler...

Savrulan her küfür ülkücü hareketin yarınlarına isabet ediyor,

Umutlarımıza, hayallerimize...

 

Ben babamdan uzaklarda büyüdüm.

Bilirim babasız yaşamanın acısını

Benim de iki kız evladım var.

Bilirim kız çocuklarının babalarına düşkünlüğünü...

Fakat onlar bilmezler...

Vatan, millet, din ve devlet aşkına pervaneler gibi yanmak istercesine Ocaklarına koşan, hesapsız, beklentisiz Anadolu çocuklarının sadece söz ve eylemlerine değil düşüncelerine bile, duygularına bile pranga vurmak isterler...

Vefasızlar...

 

Bir gülümseme provasıydı bizimkisi...

Bir sevda hecelemesiydi yürekten...

Sakarya'yı ayağa kaldırma hamlesiydi yeniden...

Ve bağlama niyetiydi Nazlı Hilal'in kaderine kaderimizi,

 

Çaldılar gülüşlerimizi...

 

Karizmasını çizeceklermiş!...

Bak işte çizemediniz,

Çizildiniz...

"Kişi yaşadığı hâl üzere ölür ve öldüğü hâl üzere haşr olunur” şeklindeki peygamber sözünü bir kez daha doğrulattı da gitti Sonsuzluğun Sahibi'ne...

Abdestini kuşandı, temiz elbiselerini giydi, camiye doğru yöneldi ve gitti...

Bayrak olup kanatlandı meleklerin katına.

Siz kaldınız esfel-i safilinde...

 

 

''Ruhi Kılıçkıran ilk göz ağrımız

Sonra Özmen'imiz, İmamoğlu'muz,

Önkuzu'muz derken yandı bağrımız.

Unutamam, unutamam, unutmam''...

Ankara İlahiyat Fakültesinde okuyordu Ruhi Kılıçkıran...

Osmaniye'den gelmişti...

Ramazan-ı Şerif ayı...

Orucunu tutmuş iftarını yapmıştı Site Yurdunda...

Kantindeydi henüz...

Geldiler Moskof uşakları,

Sarhoş ağızlarından savrulan Allah'a, kitaba küfürlerle...

Başını önüne eğmedi, yürüyüp gidemedi Ruhi Kılıçkıran...

Kutsallarına laf söyletmezdi ülkücü...

Diklendi, yürüdü namlulardan boşalan kurşunlara karşı...

Ülkü bahçesinin solan ilk gülü oldu.

Son gülü de Sinan Ateş...

Hiçbirini unutmayacağız...

Hiçbirini unutturmayacağız...

 

Ahh Sinan başkanım,

Yeni değil bu kavga.

Taa Habil ve Kabil'den bu yana sürüp gelen bir kavga bu...

Kabil'e öldürmek, Habil'e de ölmek düşmüştü o gün.

Hem sonra biz, insanlığı insanca yaşatmak için bir yol ararken Taif'te hakaretlerin en büyüğüne katlanan, ayakları kan revan içinde Mekke'ye geri dönerken bile ümidini yitirmeyen Hatemul Enbiya'nın ümmeti olmadık mı bunları bile bile...

"Ben gitmezsem dünya durdukça bir daha hiç kimse zalimlere karşı direnmeyecek" diyerek ve ölüme yürüdüğünü bile bile Kerbela'nın yolunu tutan Hüseyin'in yoluna sevdalanmadık mı...

Ahh Yiğit başkanım,

Habil'in düştüğü gün bize de yaşatmak düşmüştü insanlığı insanca.

Ve ölmek düşmüştü delikanlıca...Kahpelere inat..!