HZ. ÖMER’İN (R.A.) ADALETİ İLE İLGİLİ ÖRNEKLER
Öyle ki Medîne’ye yüzlerce kilometre uzaklıktaki Dicle’de bile bir koyuna vahşi bir kurt tarafından eziyet edilmesine dayanamayan bir gönül hassâsiyetine erdi.

Hz. Ömer (r.a.) Neden “Ömerü’l-Adl” Diye Anılıyor?
Mehmed Âkif onun ağzından bu hassâsiyeti şöyle ifade eder:

Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu,

Gelir de adl-i ilâhî sorar Ömer’den onu...

Onun bu adâleti, kendisinin “Ömerü’l-Adl” diye anılmasına vesîle olmuştur.

Hz. Ömer’in (r.a.) Üzüntüsünün Sebebi
Bununla birlikte Hazret-i Ömer radıyallâhu anh idârî mes’ûliyetinin ağırlığından ve onu îfâ ederken yanlış bir harekette bulunmaktan dolayı dâimî bir endişe içindeydi.

Onu bu hâlde gören ve üzüntüsünün sebebini öğrenen Huzeyfe radıyallâhu anh;

“–Bu mu seni üzen şey, vallâhi yanlış bir iş yaptığını gördüğümüzde seni düzeltiriz.” dedi.

Halîfe buna çok sevindi, Huzeyfe radıyallâhu anh’a bu sözünü yeminle tekrarlattı ve;

“–Allah’a hamd olsun ki içimizde, Hazret-i Muhammed sallâllâhu aleyhi ve sellem’in ashâbından, yanlışımı gördüğünde beni îkaz edecek kardeşlerim var.” diyerek şükretti. (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VIII, 154)

Hz. Ömer’in (r.a.) En Sevdiği Kimse
Nitekim Hazret-i Ömer radıyallâhu anh’ın:

“En çok sevdiğim kimse bana ayıp ve kusurlarımı haber veren kimsedir.” buyurduğu da nakledilir. Tabi bu nevî îkazların tenhâda, başbaşa iken ve lisân-ı münâsip ile yapılması gerekir.

Hz. Ömer’in (r.a.) Tevazusu
Yine Mü’minlerin Emîri Hazret-i Ömer radıyallâhu anh müstesnâ bir tevâzu ve mahviyet içinde yaşardı. Mesnevî’de geçen şu kıssa, onun bu hâlini ne güzel aksettirir:

Rum elçisi, Medîne-i Münevvere’ye siyâsî bir görüşme için gelir. Halîfe Hazret-i Ömer’in sarayını sorar. Sorduğu kimseler ona:

“–Halîfe’nin adı emîr ve halîfe olarak bütün cihâna yayılmışsa da, onun dünyaya âit bir köşkü yoktur. Parlak bir gönül sarayı vardır. Kendisinin dünyaya âit yalnız, fakirlerin ve gariplerin barındığı gibi bir kulübesi vardır. Fakat sen gözündeki hastalıkla, onun mânevî ve rûhânî sarayını göremezsin!” derler.

Bu sözler üzerine Rum elçisinin merak ve hayreti artar. Yükünü, atını, hediyelerini başıboş bırakır. Hazret-i Ömer’i aramaya koyulur. Her tarafta Halîfe’yi sorar. Hayretle kendi kendine:

“–Demek dünyada böyle bir hükümdar var ki aynı ruh gibi, etrafın nazarlarından gizli kalabiliyor!..” diye mırıldanır. Halîfe’ye râm olmak için, onu aramaya devam eder. Bir Arap kadın:

“–İşte senin aradığın Halîfe, şu hurma ağacının altındadır! Herkes yatakta, döşekte yatarken; o, bunların zıddına, kumların üzerindedir!.. Git de, hurma ağacının gölgesinde yatan zıll-i İlâhî’yi (Hakk’ın gölgesini)[1] gör!..” der.

Uyumakta olan Hazret-i Ömer’den elçiye heybet ve rûhuna hoş bir hâl gelir. Elçi, muhabbet ve heybet birbirinin zıddı iki haslet olduğu hâlde, bu tezadın kendi rûhunda nasıl olup da birleşebildiğine hayret eder. Kendi kendine;

“–Ben imparatorlar görmüş ve onların nezdinde takdir toplamış bir kimseyim! Onlarda hiçbir heybet görmediğim hâlde, bu kişinin heybet ve muhabbeti aklımı başımdan aldı.” der.

“Bu Halîfe, silâhsız, müdâfaasız, yerde yatıyor ve uyuyor. Ben ise karşısında bütün bedenim ile titriyorum! Bu hâl neyin nesidir? Demek ki bu heybet, Hak’tandır. Şu aba giyen kimseden değildir!..” der.

Rum elçisi, böyle rûhî ihtilâçlar yaşarken, Hazret-i Ömer uykudan uyanır. Rum elçisi, Hazret-i Ömer’e tâzîm ile selâm verir. Halîfe, selâma mukâbele eder. Ondan sonra yüreği yerinden oynamış elçiyi can sarayına alır, vîrâne gönlünü tamir eder. Ona derin ve esrarlı sözler söyler.

Elçi, hâl ve makam müşâhede eder. Hazret-i Ömer’e ağyar (yabancı) sûretinde gelen elçi, yâr olur. Bu sohbetin neşvesiyle kendinden geçer. Hatırında ne elçilik kalır, ne de bir haber verip almak...

Ondaki bu hâli sezen Hazret-i Ömer radıyallâhu anh da ayrı bir vecd ile sohbetine devam eder. Nihayet elçinin gönlünde îman güneşi parıldar ve Halîfe’nin huzûrunda kelime-i şehâdet getirerek saâdet kervanına katılır.

Dipnot:

[1] “Zıll-i İlâhî” veya “Zıllûllah” tâbirleri, hak ve adâlet tevzî eden sâlih hükümdarlar hakkında bazı hadîs-i şerîflerde zikredilmektedir. (Bkz. Beyhakî, Şuab, VI, 15, 16, nu: 7369-7377; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, V, 196; Deylemî, Müsned, II, 343) Bu mecâzî tâbir; âdil idarecilerin, yeryüzünde Allâh’ın şâhidi ve halifesi mesâbesinde bulunduğunu vurgulayan bir taltif ifadesidir.