Gerçekten de bugün dünya, kelimelerin ifadeden âciz kaldığı çok ağır bir vahşet yaşıyor. Zâlimler ve destekçilerinde idrâkler dumûra uğramış. Gönüllerdeki merhamet damarları ve vicdanlar tamamen kurumuş. Kalpler, katılıkta taşlarla yarışıyor. Kibir ve hırsın, insanı nasıl şeytanlaştırdığının âşikâr bir misâlini seyrediyor dünya…

Siyonist İsraillilerin insanlıktan çıkmış hâlleri, sırât-ı müstakîmden uzak kalan bedbaht ve gâfil bir kimsenin, nasıl vahşîleşebileceğinin ve zulümde engel tanımayacağının bir numûnesini yansıtıyor âdeta…

Bizlerin de kardeşlerimizin uğradığı bu ağır zulüm ve cânîlik karşısında gönüllerimizin kan ağlaması ve derin bir hüzne gark olmamız, mü’min olmamızın bir gereği. Rabbimizʼin bizlerde görmek istediği bir gönül hassâsiyeti. Zira Efendimiz bu hakîkati şöyle dile getiriyor:

“Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirle­rini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66)

Bizlere düşen;

Maddî imkânlarımızı Filistinli kardeşlerimiz için seferber edebilmek… Maddî imkânlarımız yoksa, bilhassa seherlerde İslâm’ın ve müslümanların zaferi için niyazlarda bulunabilmek…

Hâssaten;

Dâvud -aleyhisselâm-’ın devrinde az sayıdaki Tâlût ordusundaki îmanlı askerlerin, çok sayıdaki Câlut ordusuyla karşılaştığında yaptığı şu duâyı, bugünlerde bol bol edelim:

رَبَّنَا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَثَبِّتْ اَقْدَامَنَا وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِر۪ينَ

“Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır (yüreğimizi sabırla doldur), ayaklarımızı sağlam bastır (bize mukâvemet/direnme gücü ver ve bizimle savaşan) kâfir kavme karşı bize yardım et.” (el-Bakara, 250)

Şu bir hakîkattir ki;

Hak ile bâtılın, îman ile küfrün mücâdelesi dâimâ var olagelmiştir.

Her devirde, Allâh’a verdikleri sözde duran ve îmanları uğruna şehâdeti büyük bir aşkla yudumlayan müʼminler var olmuştur.

Meselâ;

Firavun’un sihirbazları hidâyete nâil olduktan sonra en ağır eziyetlere göğüs gerdiler ve büyük bir îman vecdi içinde Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ ettiler:

“…Rabbimiz! Üzerimize bol bol sabır yağdır ve canımızı müslüman olarak al!” (el-A‘râf, 126)

Ama aslâ Firavun’a meyletmediler ve onun tehditlerine aldırmadılar. Şehid ve velî olma şerefiyle Cenâb-ı Hakk’a kavuştular.

Yine Ashâb-ı Uhdûd’un hendeklerde yaktığı mü’minler de tevhid dâvâsı uğruna korkusuzca ölüme giderek îmanlarının bedelini Hak Teâlâ’ya minnetle ödediler. Böylece Allah Teâlâ da, onları seçkin ve sâlih kulları arasına dâhil eyledi.

Yine Habîb-i Neccâr, hak ve hakîkati tebliğ için, Allah yolunda taşlanarak öldürüldü.

Dakyanus’un zulmü yüzünden mağaraya sığınan Ashâb-ı Kehf de;

رَبَّنَا اٰتِنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ اَمْرِنَا رَشَدًا

“…Ey Rabbimiz! Bize katından bir rahmet ver ve (içinde bulunduğumuz şu) durumdan bize kurtuluş yolu hazırla.” (el-Kehf, 10) diyerek Cenâb-ı Hakk’a ilticâ ettiler.

İlk müslümanlar da Mekke devrinde, hicrete kadar on üç sene boyunca, îmanlarının bedellerini en ağır sûrette ödediler. Açlık, zulüm, boykot, Habeşistan hicretleri gibi birçok meşakkat, hep îman mukâbili ödedikleri ağır bedeller idi.

Velhâsıl onlar, îmanları uğruna şehîd oldular, can verdiler, ama aslâ îmanlarından tâviz vermediler.

Bugün de Filistinli müslümanlar aynı dik duruşu sergiliyorlar. İslâmʼın izzetini, müslümanın vakarını, îmânın kazandırdığı metâneti bütün cihana gösteriyorlar.

Siyonistler, bu vahşetlerine ne kadar azgınca devam etse de, Rabbimiz şöyle buyuruyor:

“Allâh’ın nûrunu ağızlarıyla (üfleyip) söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler hoşlanmasalar da Allah nûrunu tamamlamaktan aslâ vazgeçmez.

O, Allâh’a ortak koşanlar hoşlanmasalar bile dînini, bütün dinlere üstün kılmak için, peygamberini hidâyetle ve hak dinle gönderendir.” (et-Tevbe, 32-33)

Yani bir gün İslâm’ın bütün dinlere gâlip geleceği, Rabbimiz’in bir vaadi. Öyleyse mü’min dâimâ ümitvâr olacak. Elinden ne geliyorsa yapmanın gayreti içinde çalışacak.

Niyâzımız odur ki;

Cenâb-ı Hak, bizleri nûrunun tamamlanmasında memur eylesin.

Tarih Gazze’de bir îman mücâdelesine şahitlik ediyor. Bugün Gazzeli kardeşlerimiz, Cenâb-ı Hakk’ın bizlerden istediği îman celâdetini sergileyen cesaret timsâli yiğit ve bahtiyarlardır.

Onlar Allâh’a olan sadâkatlerini, hiç tereddüt etmeden şehâdete yürümek sûretiyle ispat ediyorlar…

Onlar imtihan yurdu olan bu fânî cihanda peygamberler ve sıddıklardan sonra en yüksek derece olan şehidlik mertebesine erişerek ebedî yurtlarına hicret ediyorlar…

Peki, kazanan kim?

Necidliler, İslâm’ı öğrenmek istediklerini bildirerek Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den muallim talebinde bulunmuşlardı. Efendimiz de İslâm’ı iyi bilen yetmiş kadar hâfızı onlara göndermişti. Fakat müslümanlar Bi’r-i Maûne’de korkunç bir tuzağa düşürüldü. İşte bu sırada Cebbâr bin Sülmâ adlı müşriğin attığı bir mızrak, Âmir bin Füheyre -radıyallâhu anh-’ın sırtından girip göğsünden çıktı. Âmir bin Füheyre şehâdet şerbetini içmek üzere olduğunu anlayınca büyük bir sevinçle:

“‒Kazandım vallâhi!” diye haykırdı.

Şehîd ettiği zâtın “Kazandım vallâhi!” diye haykırışı günlerce o müşriğin kulaklarında çınladı. Bu sözler kendisi için bir muammâ oldu. “Ben onu öldürüyorum, o ise kazandım diyor, bu nasıl iştir?” diye haftalarca düşündü. Bir gün kahramanlığı ile meşhur ve Efendimiz’in yüz kişiye bedel saydığı hemşehrisi Dahhâk bin Süfyân’a; “Kazandım vallâhi!” sözünün ne mânâya geldiğini sordu. O da bu sözün “Cennetʼe kavuştum.” demek olduğunu söyleyince Cebbâr, daldığı derin gaflet uykusundan uyandı ve îman ile şereflendi.[1]

Bugün de Filistinli kardeşlerimizin sergiledikleri îman celâdeti karşısında dünya büyük bir hayret içinde. Onların ölümü tahfif etmelerine şaşırıyor, her türlü mahrumiyete rağmen vakur ve metîn duruşlarına hayran kalıyorlar.

Îmânın bir gönlü nasıl üstün bir sabır, tevekkül ve rızâ hâliyle donattığına şahit oluyor ve İslâm’ı araştırmaya yöneliyorlar. Hattâ son zamanlarda her geçen gün İslâm ile şereflenenlerin sayısının arttığı haberleri geliyor. Bu da âdeta Peygamber Efendimiz’in şu beyânının bir tecellîsi durumunda:

“Allah bu İslâm Dîni’ni (dilerse) elbette fâcir kişi ile de te’yid edip kuvvetlendirir.” (Buhârî, Cihad, 182; Müslim, Îman, 178)

Ayrıca bu olanlar, insanımızın “hümanist” ve “medenî” geçinen Avrupa’nın gerçek yüzünü görmesine de vesîle oldu.

Batı’nın maskeli medeniyeti; televizyon, sinema, medya ve internet vâsıtasıyla, dünyaya sefâletlerini saâdet olarak gösterme, zayıf milletlere yaptıkları katliamları da demokrasi ve hürriyet götürmek olarak takdim etme rezâletini irtikâb ediyordu.

Dün Endülüs’te, Balkanlarda, Kırım’da, Orta Asya’da, Afrika’da bugün de Orta Doğu’da, Suriye’de, Arakan’da, Afganistan’da, Keşmir’de, Gazze’de velhâsıl müslümanların mazlum ve mağdur kaldığı her yerde, en acımasız şekilde saldırdılar; bebek, kadın, ihtiyar demeden kan döktüler; ırza tasallut ettiler, mukaddesâtı çiğnediler.

Kendi emellerine hizmet edecek zâlimleri destekleyip himâye ettiler; mazlumların göz göre göre ezilmesine ses çıkarmadılar.

İşte Batı’nın gerçek yüzü budur! Onların “hümanizm” ve “insan hakları” gibi süslü lâfları ise, ancak bir mavaldan ibarettir.

Mehmed Âkif’in ifadesiyle:

Tükürün Ehl-i Salîbin o hayâsız yüzüne,
Tükürün onların aslâ güvenilmez sözüne,
Medeniyyet denilen maskara mahlûku görün
Tükürün maskeli vicdânına asrın tükürün!..

Şu hakîkat unutulmamalıdır ki;

Dünya’daki bütün milletler sabahtan akşama kadar Filistin’deki zulümleri seyretmekte ve idareciler buna bîgâne kalırken umûmî efkârda zâlim siyonistlere yönelik öfke ve aleyhtarlık, anbean artmaktadır.

Bir oluşun ömrünü uzatan “îtidal”dir. İfrat veya tefrit, daha süratli bir şekilde sona yaklaşmayı sağlar. İsrail zulümlerindeki aşırı şiddetlenme de bu tabiî kanundan hâriç kalamaz!..

Son olarak İsrail ve onları destekleyen ülkelerin mallarını boykota devam edilmesi hususunda bir misal nakletmek istiyorum:

Şâfiî fakihlerinden olan İbn-i Abdüsselâm (vefatı h. 660 / m. 1262), İslâm dünyasına savaş açmış haçlılara silah ve silah yapımında kullanılacak malzemenin satışının haram olduğuna ve bunu yapanların zalim olacaklarına dair bir fetvâ yayınlamıştı. Bu fetvâyı duyan terzilerden biri, İbn-i Abdüsselâm’a gelerek;

“–Haçlılar bana elbise diktirmeye geliyorlar. Ben haçlılara elbise dikersem bu zulme ortak olur muyum?” diye sordu.

İbn-i Abdüsselâm ise günümüze de ışık tutan şu muhteşem cevâbı verdi:

“–Hayır, sen zulümlerine ortak olmazsın. Sana iğne iplik satan zulme ortak olur, sen ise zâlimin ta kendisi olursun.”

Rabbimiz; mazlumun yanında, zâlimin karşısında yer almayı, cümlemize nasîb eylesin. Âmîn!..

Dipnot:

[1] Bkz. İbn-i Hacer, Fethü’l-Bârî, Dâru’l-Fikr, Fuat Abdülbâkî neşri, ts, VII, 390, Megâzî 28; İbn-i Hişâm, III, 187; Vâkıdî, Meğâzî, Beyrut 1989, I, 349.